Cüneyt Arkın kimdir

featured

Cüneyt Arkın kimdir

(Bölüm 1) 1937 yılının Eylül ayında Eskişehir’ de doğdum

1937 yılının Eylül ayında Eskişehir’ de doğdum. İlk anılarım ablamın melankolik şarkıları, babamın akşamüstleri bahçeyi sularken içtiği rakıya karışan kızgın toprağın, güneşin ve çiçeklerin kokusu oldu. Annem topuklarına kadar uzun saçlı bir kadındı ve gizli gizli ağlardı. Biraz daha büyüyünce günlerim çiftlikte geçmeye başladı. Toprağa karışmış kalın tenli, kaba, kara, büyük elli kadın ve erkekleri seyrederdim tarlalarda. Akşamüstleri bir rüzgar uğuldardı kulaklarımda. Uçsuz bucaksız ovadan geçen treni karma karışık özlemler, korkular, isteklerle beklerdim. Bu benim ilk yalnızlık duygumdu. Ve sonra hep yalnız kaldım.
Tabiatı unutulmaz bir şekilde gözledim. Unutamadığım şeylerden birisi kırlangıçlardı. Onların yuva yapışlarına hayran kalmıştım. Erkek ve dişi kırlangıç, çamuru yutuyorlar. Bunu salgılarıyla birleştiriyorlar. Çalı parçası getiriyor biri, O salgıyla buluyorlar. O yuvanın yıkılmasına imkan yoktur! Bir diğer özellik de kırlangıcın yavrularını yine at kıllarıyla yuvaya bağlamasıdır. Onların yavru kaybetmeleri hemen hemen imkansız gibidir. Sonra bu yavrulara uçmayı ve yaşamayı öğretmeleri de çok müthiştir.

… anam beni Eskişehir Necatibey İlkokuluna yazdırdı. Ne korkunç, diye mırıldanıyordum kendi kendime. Beni topraktan ayırmaya hakkı yok diye geceleri şehirden kaçıp, büyük ırgat ateşleri arasında uyuyordum. Bu anamı üzüyor, babama kıvanç veriyordu. Bir erkek okuyup da ne olacaktı ki. Yine de ilkokulu normal bitirdim. Zaten ders kitaplarından çok kimsesiz çocuk romanlarıyla, taşı toprağı altındır diye İstanbul’a kaçan ve adamı topuğundan vuran canilerin hikayelerini okumuştum.

Çocukluğumun unutulmayan hatıralarından birisi de kış geceleri dinlediğim menkıbelerdi. Daima kahramanlık üzerine idi. Tabii şimdi kelimesi kelimesine hatırlayamıyorum. Beyaz ve kanatlı bir atı olan bir kahraman hep vardı. Ve dünyanın neresinde olursa olsun bir sıkıntısı, acısı olan insanlara yardıma koşardı. Temeli bu idi bu menkıbelerin. Belki bir çoğu da bizim destanlarımızın yeni şartlara uydurulmuş versiyonlarıydı. Mesela Deli Dumrul’u dinlediğimi çok iyi hatırlıyorum. Ve Battal Gaziler, Köroğlu hikayeleri… O yaşlı kadınların inanılmaz muhayyilesinde yeni bir biçim kazanarak aktarılan müthiş menkıbeler. Babamın aldığı, Hazreti Ali’nin cenklerini anlatan kitaplar. O çocuk yaşımda, benim de zülfikar gibi bir kılıcım olmasını isterdim. Kuran-ı Kerim ve mevlid okunur, yaşlı insanlar dini sohbetler yaparlardı. İşte o sohbetlerde hem İslam kültürünü, hem din eğitimini alırdık.

(Bölüm 2) Eskişehir Lisesinde başka bir dünya bulmuştum

Eskişehir ortaokulunda hep pencere kenarında oturup uzak dağlara baktım. Eskişehir Lisesinde başka bir dünya bulmuştum. Kitaplar, kitaplar… Sait Faik, Orhan Veli, Panait Istrati. Ara sıra yazıyor, dergilere gönderiyor ve boyumdan büyük hayaller kuruyordum.

Üniversiteye kadar tam bir bozkır hayatı. Çok az toprağımız vardı. Ağılımız vardı. Sinemaya bile çok zor giderdik. Ablam beni, Eskişehir’de Sakarya caddesindeki sinemaya götürür ve tembih ederdi. “Beşe çeyrek kala çıkacaksın” derdi. Filmin finalini seyredemezdim. Sonraları bir mercek buldum. O kopan filmlerden ayna ile merceğe ışık verir ve gösteri yapardım. Oynadığımız oyunlar da, dinlediğimiz masallardan, menkıbelerden aklımızda kalan savaş oyunlarıydı. Ben okumayı öğrendikten sonra babam, Hazreti Ali, Kan Kalesi Cengi’ni aldı.

Son dönemlere kadar sakladım. Sonra ne oldu o kitap bilemiyorum. Babam üniversiteyi okumamı istemiyordu. Çünkü o zaman ailenin ekonomik sıkıntısı başlamıştı. Pazarcılık da dahil bir çok iş yapıyorduk. Maddi sıkıntımız vardı. Benim babama büyük yardımlarım oluyordu. Bu yüzden beni yanından ayırmak istemiyordu. Ancak annemi ve ablalarım okumamı çok istiyorlardı. Sonunda rızasını aldık.

Mevki ekspres bileti kestiriyorum. İçimde üzüntü var, heyecan var. Çıkıyorum yola… İstasyonlar birer ikişer geride kalıyor, kompartımanda büzülmüş düşünüyorum. Yıllar önce bir defa babamla gelmişim İstanbul’a.

O seyahatten hatırımda kalan bir tek şey var: Sergi Sarayı’nın o taraflarda galiba sanayi sergisinde olacak bir sinema makinesi görmüştüm. Babam çok istememe rağmen makineyi alamamıştı.

(Bölüm 3) İlk defa gurbete çıkıyorum

Hayatımda İstanbul’ a gelmemişim.

İlk defa gurbete çıkıyorum. İstanbul’a gelişim, tıpkı ilk filmim Gurbet Kuşları ‘ndaki gibidir. Haydarpaşa’ya geldim, valiz, yatak ve yorganımla. Sirkeciye geçtim. O gece otel de kaldım. Ertesi gün imtihana gireceğim.

Ders çalışıyorum. Bir ara kapı açılıyor ve bir adam geliyor. Biraz sonra biri daha, az sonra biri daha. Odada dört yatak var. Biz de dört kişiyiz. Hiç tanımadığım, bilmediğim üç adam. Gece yarısı biri “ışığı kapa” diyor. “Ağabey, ders çalışıyorum” diyecek oluyorum, bir başkası kalkıp düğmeyi çeviriyor. Zifiri karanlıkta yolumu bulup aşağıya iniyorum. Elime bir mum tutuşturuyorlar. Mumun ışığında ders çalışırken kendi kendime yemin ediyorum: Doktor olunca hastanenin ışıklarını hiç söndürmeyeceğim.

Sabah imtihana girdim. Sonra neticeleri aldık. Üçüncüydüm kazananlar arasında. sıkıntılı şartlarda müthiş bir mücadele veriyorduk iyi öğrenci olmak için.

Altı kişi bir araya gelip Akdeniz Caddesindeki 74 numaralı apartmanda bir kat tutuyoruz. Çocukların dördü Yüksek Ticaret’te, biri de Dişçilik’ te okuyor. Adam başına 45 lira düşüyor. Bir süre sonra kiraya zam yapılınca ev kiramız 70 lira oluyor. Derslere sarılıyorum, boş vakitlerimde hep “Nasıl geçineceğim?” sorusuna cevap aramakla geçiriyorum.

Eğlence ve içki yoktu hayatımızda. Devamlı çalışıyor ve o dönemde çıkan Varlık dergisini alıyorduk. Kendi paramızIa Erek diye bir dergi çıkardık. Cemal Süreya, Erdal Öz, Muzaffer Buyrukçu, Kemal Özer’le tanıştık. Ben hikayeler ve şiirler yazmaya başladım. Vatan gazetesinde sayfa hazırlardık. Aramızda bir zengin çocuğu vardı. Meyve alır ve bizden gizli gizli yer, kabuklarını yatağın altına atardı. Ayın on beşi dedi mi paramız biterdi. Sarayburnu’na gider zoka atardık. Her gün birimiz gider palamut tutar gelirdik.

1963 yılında Artist mecmuasının sinema artisti yarışmasında birinciliği kazanıp da sinemaya ilk adımı atınca, ilk olarak babamdan aldım lanetleyici mektupları. Arkasından arkadaşlarımın bitmeyen tükenmeyen kıncı latifeleri geldi: “Yahu Fahrettin başka işin yok muydu da artist oldun. Senden de artist olur mu?” diyerek beni her fırsatta iğnelerler, kahrederlerdi.

Diğer arkadaşların okulları bitti. Ben Balo sokağında bir bodrum katına taşındım. Rutubet içinde, insanların ayaklarını görebildiğim bir pencere, o kadar. Ancak bu dönem benim için en verimli zamanlar oldu. Çok güzel hikayeler yazdım. Sonra Bülent Ecevit’in de yazdığı Pazar Postası çıktı. Hem siyasi, hem edebi ve fikri bir dergiydi. Genellikle hemşirelerin yaptığı bir iş vardır: Hasta beklemek. Para kazanmak için o işi yapıyordum. Bir gün Aksaray tarafındaki bir eve gittim. Yemek vakti geldi, beni de çağırdılar. Gittim. Ev halkı sofraya oturmuştu. Biri beni alıp mutfağa götürdü. Birden olduğum yerde sallandım. Benim yemeğim mutfaktaydı, orada yiyecektim. Düşünün o sırada doktor olmak üzereydim. Gençtim, tecrübesizdim ve tepeden tırnağa da gurur doluydum.

(Bölüm 4) Eskişehir’e geldim. Orda Halit Ağabey ile tanıştım

Üniversiteyi bitirdim, Eskişehir’e geldim. Orda Halit Ağabey ile tanıştım. Şafak Bekçileri’ni çekiyordu, Göksel Arsoy ile. Sonra ben ihtisası beklemeye başladım. Çalışıyorum ama ihtisas olmayınca öğle yemeği yok, akşam yemeği yok, para yok. Bir yoksulluktur, garibanlıktır gidiyor. Bir evlilik var başımızda o zamanlar. Suadiye de oturuyoruz. Bir akşam Halit Ağabey ile karşılaştım “Yahu bir film çekeceğim” dedi bana. Gurbet Kuşları ‘ndan bahsetti, bir doktor rolü vardı. Halit ağabey daha o filmde keşfetmişti, “Yahu doktor sende müthiş bir şey var. ”

İlk filmimden elime geçen 500 lira ile ancak üç ay idare edebildim. Sonra gene açlık günleri başladı. Yeşilçam’da belki iş verirler diye yazıhane dolaştığım günlerden birinde Aziz Sarıkaya’ya uğradım. Belki bir iş verir diye düşünmüştüm ama yanılmışım. Odasında olduğu halde bana kendisini ‘yok’ dedirtti. Bozuk bir moralle, cebimde iki buçuk lira olduğu halde, Taksim’den Karaköy’e kadar yürüdüm, vapura bindim. Yorgundum, ama son paramı tüketmeye gönlüm razı gelmiyordu bir türlü. Kadıköy’ den, Suadiye’ deki kayınpeder evine yürüye yürüye gittim.

Medrano Sirki’nde Rus kazakların atlarına baktım, karşılığında binicilik dersleri aldım. Parende atmasını öğrendim cambazlardan. Ter kokulu havlularını kurutup peşlerinde koştum. Sirkte bulunanların çoğu benim artist namzedi olduğumu öğrenmişlerdi. Bir gece program bittikten sonra şimdi ismini pek hatırlayamadığım fakat çok sevdiğim akrobatlardan biri yanıma geldi, “Gel, seninle biraz çalışalım” dedi. “Sana ufak bir numara göstereceğim ve bütün filmcilik hayatında bu numaranın büyük faydasını göreceksin”. Onunla tam iki saat çalıştık. Ertesi gece gene, daha ertesi gece gene derken, kendimde bir fevkaladelik hissetmeye başladım.

O dönemde Türk sinemasında başrol oyuncuları gerçek tipler değildi. Ama çevresindeki insanlar yaşıyor. Bütün yardımcı rollerdekiler, hepsi yaşıyor. Biz başrolcüler gerçek dışı. O sıralarda Suat Yalaz’ın çizgi romanından Karaoğlan filmi yapılmak isteniyor. Ben de o zaman piyano çalan, keman çalan romantik bir jönüm. Ama gene bir Kıbrıs filminde, Remzi Jöntürk’ ün teklifiyle biraz avantür koyduk. Bayağı tuttu ve iyi yapıldı. Ben sinemaya başladığımda çok basit hareketler vardı. Biz o zaman parendeler attık, havalarda uçtuk. Biraz dinamizm getirdik sinemaya. Ben de ona güvendim, Karaoğlan’da oynarım diye düşündüm.

Yeşilçam’dan kaçmaya, ‘elveda sinema’ demeye hazırlanırken Ülkü Erakalın çıktı karşıma. ‘Bana Gözleri Ömre Bedel’ filminde şans tanıdı. Adım bir anda bütün Türkiye’ye yayıldı ve şöhretin kapıları önümde ardına kadar açıldı.

(Halit Refiğ anlatıyor) – ‘Cüneyt Arkın benzersiz bir sinema oyuncusudur’

1963 yazında, Eskişehir 1. Hava Üssü’nde jet savaş pilotlarının yaşamı ile ilgili Şafak Bekçileri adlı filmi çekiyordum. Filmdeki rollerin bir kısmını, kumandanlarının da onayı ile subayların bizzat kendisi canlandırıyordu.

Çalışmalarımızı ilgi ile takip eden genç subaylar arasında biri özellikle dikkatimi çekmişti. Son derece düzgün bir fizyonomisi vardı. Subay kıyafeti de kendisine çok yakışıyordu. Bu genç subay Hava Kuvvetlerinde doktor olarak yedek subaylığını yapan teğmen Fahrettin Cüreklibatur idi. Filmdeki rollerden birini ona oynatmayı teklif ettim. Kabul etti. Ama şartlar bunun
gerçekleşmesine imkan vermedi. Şafak Bekçileri öylece tamamlandı.

1963 sonbaharında da Gurbet Kuşları filminin çekimlerine hazırlanıyordum. Bir gün Şişli’deki evimin kapısı çalındı. Karşımda yakışıklı bir adam vardı. Sivil kıyafetler içinde bir an Dr. Fahrettin Cüreklibatur’u hatırlamakta zorluk çektim. Askerlik hizmeti bitmiş, terhis olmuştu. O zaman şartlar uygun olmadığı için Şafak Bekçileri’nde oynayamadığını ifade etti. Ama şimdi bir engel kalmamıştı, benim yapacağım bir filmde artık oynayabileceğini söyledi. Aramızda böyle bir bağ kurulduğuna göre bir deneme yapalım dedik. Ve Gurbet Kuşları’ndaki rollerden birini ona verdim. Gurbet Kuşları’nın yapımcısı, aynı zamanda bir sinema dergisi de yayınlamakta olan Recep Ekicigil idi. Cüneyt Gökçer’in Cüneyt’ini, kitapçı Ramazan Arkın’ın Arkın’ını alarak ona Cüneyt Arkın adını taktılar. Ellerindeki dergi vasıtası ile tanınması için çok da gayret ettiler.

Gurbet Kuşları’nın finalindeki dam sahnesinin çekimi sırasında Cüneyt Arkın’ın hareketli sahneler için olağanüstü bir yatkınlığı olduğunu farkettim. Macera filmleri yapan bazı meslektaşlarıma, ondan bu yolda yararlanmalarını tavsiye ettim. Ama o sıralar çok gözde bir yıldız olan Göksel Arsoy’a bir rakip arandığı için, Cüneyt Arkın’ı başlangıçta, meşhur kadın oyuncularının karşısında romantik rollerde kullandılar. Cüneyt Arkın’ın sinemadaki ilk yılları sırasında yaptığım filmlerden İstanbul’un Kızları’nda, konunun sınırlı imkanları içersinde onun fizik hareket özelliğinden yararlanmaya çalıştım. Haremde Dört Kadın ile Kırık Hayatlar’ da kendisini çok rahat hissedeceği, biri jöntürk hareketine karışan, öbürü evlilik dışı ilişki kuran iki ayrı doktor karakteri oynattım.

Bu çalışmalardan sonra Cüneyt Arkın kendi kendini yaratmaya girişti. İstanbul’u ziyaret eden yabancı sirklerde çalışarak akrobatik yeteneklerini geliştirdi. Burada kazandığı becerileri Malkoçoğlu tarzı, kılıçlı, kavgalı, atlı, atlamalı filmlerde değerlendirdi. Bu tarzın içinde olağanüstü başarı kazandı. Kısa zamanda özellikle İran’dan başlayarak ünü yurtdışına da yayıldı. 1970 yılında İranlılarla ortak bir yapım olan Adsız Cengaver’in çekimi için yeniden biraraya geldiğimizde Cüneyt Arkın Türkiye’nin en popüler oyuncusu haline gelmişti. Adsız Cengaver’in teknik işlemleri Londra’da Rank stüdyolarında yapılmıştı. Filmi seyreden İngilizler Cüneyt Arkın’ı atletik kabiliyetleri ve yakışıklılığı ile Burt Lancaster’ dan bu yana en önemli sinema kişiliği olduğunu belirttiler. Adsız Cengaver’in İran’daki gösterimleri için Tahran’a davet edildiğimde şehrin en önemli beş sinemasında Cüneyt Arkın’ın beş ayrı fiImi oynamaktaydı.

Cüneyt Arkın’a özellikle İtalyan sinemacılar çok ilgi gösterdiler. Onu John Arkin adıyla dünya sinema piyasasına lanse etmeye çalıştılar.Ama Cüneyt Arkın dış piyasalar için kendisinden beklenen gayreti göstermedi. Dil meselesini halletmedi. İngilizceyi kusursuz konuşmak için ciddi bir çalışmaya girmedi. Türkiye’deki yeri ona yeterli geliyordu.

Cüneyt Arkın ile son çalışmamız Show TV için yaptığım Zirvedekiler adlı 18 bölümlük TV dizisi oldu. Cüneyt Arkın’ın bu dizide çizdiği kompozisyon, bir erkek oyuncudan bugüne kadar elde edebildiğim en üst seviyede bir dramatik performans oldu. Cüneyt Arkın benim için değeri ancak john Wayne, Burt Lancaster, Toshiro Mifune ve Alain Delon ile kıyaslanabilecek, Türk sinema tarihini en önemli ve başka benzeri bulunmayan bir “sinema” oyuncusudur.

(Cemal Süreya anlatıyor) – Fahrettin Cüreklibatur

Ne zamandan beri görmüyorum Cüneyt Arkın’ı. Son olarak Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün sanatçılara verdiği kokteylde karşılaşmıştık. En az on iki yıl eder. Ama ondan önce de uzun süre görüşememiştik. Ayrı dünyaların insanlarıydık da ondan mı?

Cüneyt Arkın’ı adı henüz Fahrettin Cüreklibatur’ken tanımıştım. 1957’de Eskişehir’de vergi dairesini teftiş ediyordum. Edebiyat ve şiir meraklısı arkadaşlarıyla beni bulmuşlardı. Dostluğumuz daha sonra İstanbul’da surdu. O zaman tıp öğrencisiydi. Öyküler yazıyordu. Bunlardan birkaçını Ankara’ya, Muzaffer Erdost’a yollamıştım Pazar Postası’nda yayınlanması için.
Evin önünde kız kuyruğu vardı. Öylesine yakışıklı bir delikanlı bizim Fahrettin! Hepsi onun eve girip çıkışını kolluyor… Fatih’te şair Cengiz ı Çelikten ile (şimdi dişçi) bir ev tutmuşlardı. Bir iki kez gitmiştim o eve. Yanımda Muzaffer Buyrukçu da vardı. Ama asıl şunu unutmam:

Cüneyt Arkın 1937 doğumlu. Hekim. İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde numarası: 1172. Tıp öğrencisi albümünde şöyle yazıyor: “60-61 stajyeri. Uzunca boylu, esmerce, yeşil gözlü, yüzünde üzgün, alaycı bir gülümsemeyle etrafında çekingenlik yaratan ve bu yüzden kadını dövenden çok nefret eden dostumuz, aşkı çirkin, bilgisiz, küçük, kötü bile olsa, insan denen canlının büyük güzelliği, hayatın tek cevabı diye tarif ediyor.” Cümle dolaşık, ama bir şeyler anlatıyor. Öyküler yazan ve tiyatroyla ilgilenmek isteyen bir delikanlı. Ama yazgısı sinemaya götürdü onu. Tıptan da kopardı.

Hava Kuvvetleri’nde yedeksubaylığını yaparken Halit Refiğ’in dikkatini çekti. Halif Refiğ, Şafak Bekçileri’ni çevirirken bu yakışıklı asteğmenden de yararlanmak istedi. Ancak yönetmelikler izin vermiyordu buna. Bir süre sonra, yani Fahrettin terhis olduktan sonra gidip Halit Refiğ’i bulacak ve Onun Gurbet Kuşları adlı yapıtında rol alacak. Baylan’da rastlamıştım. Sanki daha incelmiş, boyu da sanki daha uzamış…

Fahrettin adının Cüneyt’e nasıl dönüştüğünü de dostum Halit Refiğ’ den öğrendim. Gazeteci Vecdi Benderli bulmuş bu adı. ‘Cüneyt’, Cüneyt Gökçer’in adından, Arkın’ da Ramazan Arkın’ınkinden alınmış.’ Böylece genç Fahrettin’deki tiyatro ve edebiyat tutkusu sinemada biraraya getirilmek istenmiş. Önce duygusal filmlerde boygösterdi. Tango duygusu…

60’lı yılların sonlarında vurdulu kırdılı kurdelelerde, serüven filmlerinde görünmeye başladı. Malkoçoğlu dizisi, sözgelimi… Tango duygusallığı içinde yetiştirilmek istenen gençteki değişimi nasıl tanımlayabiliriz? Önce tam anlayamamıştım. Sonra öğrendim. Cüneyt Arkın bir ara Medrano Sirki’ne girmiş. Bedava çalışmış bir süre orda. Ağları, ipleri kaldırma işini üstlenmiş. Bu arada parende atmayı, hareket olayını öğrenmiş ve geliştirmiş. Ben Jean Marais’nin Fantoma dizisindeki ortada görünüşüne benzetiyorum. Halit ise başka şey diyor: “İlk filmlerinde Alain Delon’a benziyordu; ama vurdulu kırdılılardan sonra onu Avrupalılar Burt Lancester’a benzettiler.” Galiba bunların hepsi doğru.

İşaret dile yöneldi.

İpek Yolu’ndaki süpermen. Böyle diyorum.

Jean Marais dedim, ne var ki öykünmeci bir sanatçı değil Arkın. Benzer ama taklit etmez.

Yineleme kötü. Ama zorunluysa, yinelernede iyi yanlar da vardır. Yineliyorum. Ulysseus’un doğudaki karşılığı Denizci Sinbad’dır. Ya da Denizci Sinbad’ın Akdenizdeki karşılığı Ulysseus. Sinbad’ın daha çok akrobasi planında varolduğunu belirlemek istemiştim. Bir çeşit karacı Sinbad oldu Cüneyt Arkın.

Evet, Medrano Sirki’nde bir yaz bedava çalıştı. Ata da en iyi binen, binmesini bilen sinema oyuncusu. O karateyi, o hareket niteliğini öyle kolay bulmadı. Öz olmadan o iş olmaz. Sağ’a kaymış gibi göründü. Biraz öyle. Ama tam da öyle değil. Atilla Dorsay’ın da belirttiği gibi, Maden gibi filmlerde toplumsal eleştiriye de girdi. Son yıllarda yönetmenliği de denedi. Reklam filmlerinde göründüğü için eleştiriliyor. Bence bir sinema sanatçısıiçin büyük bir kusur değil bu.

Gök Bayrak adlı romanda bir Can Bey vardır. Bence o kitabın bir ikinci cildi yazılmış olsaydı Cüneyt Can Bey’i kimbilir nerelere götürürdü?

0
be_endim
Beğendim
0
mutluyum
Mutluyum
0
d_n_yorum
Düşünüyorum
0
_a_rd_m
Şaşırdım
0
sinir_oldum
Sinir oldum
Cüneyt Arkın kimdir
Yorum Yap

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Giriş Yap

Dostkelimeler ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!

Bizi Sosyal Medyada Takip Edebilirsiniz...