Davud-i Tai Hz.leri
Tayy’lı Davud, bilinen adıyla Davud-i Tai Horasan asıllı bir tüccardır. Yıllarca işine bakar, alır, satar, takas yapar. Gün gelir iyice bir servet sahibi olur. O devirde bütün Bağdatlılar küçümsenemeyecek bir tedristen geçerler. O da bir çok büyük tanır, feyzli sohbetlere koşar. Kâh hadis ezberler, kâh notlar tutar. Her ne kadar kendini sıradan biri gibi görse de ilim sahibidir.
Biliyor musunuz Bağdat’ta tuhaf bir adet vardır. Bazı fukara kadınlar cenazesi olan evlerin kokusunu aldılar mı, eteklerini tutup koşarlar. Dizlerini döverler, yakalarını yırtarlar, yanık yanık ağıtlar yakarlar. Cenaze sahibi onları savmak için elini cebine atar.
Hangi yüz ki…
İşte günün birinde Davud-i Tai bir cenazeye rastlar. Gözyaşı tacirleri kendilerini paralayarak mirasçıların gözüne girmeye çalışırlar. Bunlardan biri sesine hüzünlü bir ton oturtur ve mısralar sıralamaya başlar. Üzüntüsü sahte lâkin cümleleri seçmedir. Hele “Hangi güzel yüz ki toprak olmadı/ hangi güzel göz ki yere akmadı” beyti yok mu yüreğine işler. Bir anda dünyadan soğur ve genç, yaşlı, hasta, sağlam, fakir, zengin ayırmadan gelen ölümü düşünür olur. Artık kıymetli kaftanından, cins atından, mücevher kakmalı hançerinden, hatta o muhteşem evinden iğrenir. Öyle ya eğer bedeni toprak olacak ve gözü yere akacaksa bunlar niyedir, hem neye yarar? Sadece hesabını artırır, o kadar.
Bu düşünceler içinde bocalarken ayakları yönünü bulur ve İmam-ı Azam’a koşar. Büyük veliye bir şey söylemeye gerek yoktur. Zira onlar biiznillah kalp okur ve halden anlarlar. Yüce imam ona iki tavsiyede bulunur. “Biiir ilmi bırakma, ikiii fazla konuşma!”
Davud-i Tai’de öyle yapar. Bir taraftan İmam-ı Muhammed, İmam-ı Ebû Yûsuf, İmam-ı Züfer gibi zirvelerle birlikte fıkh mütalaa eder. Bir taraftan da İbrahim Ethem, Habib-i Acemî, Fudayl bin İyad, İbn-i Semmak, Habib-i Rai gibi gönül ehillerinden edep devşirir. Hele şu bir nefeste saydığımız büyüklere bakın. O devir Bağdat’ı böylesine mümbit bir ilim iklimidir işte.
Davud-i Tai çok hocanın önünde diz çöker ama özlediklerine 12 imam’ın büyüklerinden Cafer-i Sadık Hazretleri’nin huzurunda kavuşur. Bu mübarek, Silsile-i aliyye denilen veliler zincirinin nadide bir halkasıdır.
O bile korkuyorsa…
İşte kendini aciz ve zavallı hissettiği günlerden birinde gönlünün gamını dağıtmak, teselli ve dua almak için Cafer-i Sadık Hazretlerine gider. “Ey Efendimizin mübarek torunu” der, “n’olur bu günahkâra nasihat edin.”
-Ya Davud bu zavallı senin gibi bir zahide ne desin?
-Aman efendim. Siz yüzü suyu hürmetine kâinatın yaratıldığı Muhammed Aleyhisselam’ın torunusunuz. Elbette bizden üstünsünüz. Eğer elimizden tutmazsanız halimiz nice olur?
-Ya benim elimden kim tutsun? Kıyamet günü Efendimizin yakama yapışıp “Din-i İslâm’a niye lâyıkı ile hizmet etmedin” diye azarlamasından öyle korkuyorum ki…
Bu görüşme Davud-i Tai’ye çok tesir eder. Öyle ya, eğer Peygamber Efendimiz’in şu güzide torunu bile hesap gününün dehşeti ile titriyorsa…
Davud-i Tai tam 20 sene İmam-ı Azam Hazretleri’nin derslerine devam eder. Zamanla parmakla gösterilen bir âlim olur ki, pek çok ilimde mütehassıs, fıkhda ise müctehittir.
Vaktin kıymeti…
Mübârek kelimelerin bile hesabından çekinir. Ekmeğini suya doğrayıp yumuşatır ve cabucak yutar. Çiğnemekle kaybedeceği vakitleri zikr ve fikr ile ziynetlendirir. Ağza lezzet veren lokmalardan ve tene yakışan elbiselerden kaçar. Daima ölüme hazırlanır ve her an Azrail âleyhisselamı bekler. Zaman zaman ellerini açar ve “Ya Rabbi n’olur şu uykuyu gözlerimden gider” diye yalvarır.
Davud-i Tai Hazretleri muhteşem servetini gözünü kırpmadan dağıtır. Sadece küçük bir miktarını çalıştırması için vekilharcına bırakır. Kimseye muhtaç olmaz ama zaman zaman harçlıksız kalır. Hatta bir keresinde taze hurma almaya niyetlenir ama parası çıkışmaz. Ne borç teklif eden olur, ne de “önemli değil, sonra getirirsin” diyen çıkar. Mübarek buna çok sevinir zira şu fani dünyada üç kuruşluk itibarı yoktur.
Mübarek mescitten ayrılınca hemen evine koşar. “Hayrola, acelen ne?” diye soranlara kabir taşlarını gösterir “askercikleri bekletmeyelim” der, “gidip ruhlarına okuyalım”
-Peki insanlardan niye kaçıyorsunuz?
-Kusurlarımı söyleyen birini gösterin birlikte olayım. Onlar beni yüzüme karşı methediyor ve yanlışlarımı bile fazilet sanıyorlar. Kaçmayıp da ne yapayım?
Yaşadığı gibi…
Davud-i Tai Allah ve Resulünün sevgisi ile dolu olan gençlere kapısını ve gönlünü açar. Onlarla evladı gibi ilgilenir ki bunlar içinde Ahmed el Antâkî, Sa’dûn-ı Mecnûn ve Mâruf-i Kerhi gibi zirveler vardır.
Mübareğin evi sade, kapısı kırık, duvarları çatlaktır. Yatağı hurma lifi, yastığı kerpiçtir. Ölüm hastalığına tutulduğunda havalar çok sıcaktır ve dayanılmayacak kadar ıstırabı vardır. Ziyaretine gelenlere “beni şu duvarın ardına gömün gitsin” der, “bırakın kimse bilmesin”. O münzevi yaşar ve yaşadığı gibi ölmek ister. O gece sabahlara kadar ibadet eder. Annesi “bu secde niye bu kadar uzadı?” diye dokununca oğlunun can verdiğini farkeder. Sevenleri onu rüyasında görürler. Güya yıllardır tutulduğu zindandan kurtulmuş, hürriyetine kavuşmuştur. Rüyayı yorumlaması için kapısını çalarlar ama nurlu naaşı ile karşılaşırlar.
Davud-i Tai Hazretleri diyor ki:
-Ölülerimiz bizi bekliyorlar ve ecelin acelesi var.
-Dünyaya düşkün olanlar ahireti hatırlayamazlar.
-İnsanlardan kaç ama cemaatle namazı kaçırma.
-Şu dünyada sadece gece ibadet edenlere imrendim.