Çıktım erik dalına – Yunus Emre
Çıktım erik dalına, anda yedim üzümü
Bostan issi kakıyup, der ne yersin kozumu
Kerpiç koydum kazana, poyraz ile kaynattım
Nedir deyip sorana, bandım verdim özünü
İplik verdim çulhaya, sarıp yumak etmemiş
Becit becit ısmarlar, gelsin alsın bezini
Bir serçenin kanadın, kırk kağnıya yüklettim
Kırk çift dahi çekmedi, şöyle kaldı yazılı
Bir sinek bir kartalı, salladı vurdu yere
Yalan değil gerçektir, ben de gördüm tozunu
Bir küt ile güreştim, elsiz ayağım aldı
Güreşip basamadım, göyündürdü özümü
Kaf dağından bir taşı şöyle attılar bana
Öğlelik yere düştü, bozayazdı yüzümü
Balık kavağa çıkmış, zift turşusun yemeğe
Leylek koduk doğurmuş, bak a şunun sözünü
Gözsüze çu el eyledim, sağır sözüm anladı
Dilsiz çağırıp söyler, dilimdeki sözümü
Bir öküz boğazladım, kakladım sere kodum
Öküz issi geldi eydür, boğazladın kazımı
Anda da kurtulmadım, nidesimi bilmedim
Bir çerçi de geldi eydür, kanı aldın gözgümü
Gördüm kaplubağayı, yanın seğirdüpdür gider
Sordum kanda gidersin, Kayseriyedir azimi
Yunus bir söz söylemiş, hiç bir söze benzemez
Münafıklar elinden, örttü mana yüzünü
Çıktım erik dalına, anda yedim üzümü açıklaması….
Şeyh Yunus Emre kuddise sirruh hazretlerinin 13 beyitlik “çıktım erik dalına” ile başlayan meşhur şiiri, bize hakikatin birçok kapılarını açıyor. Niyazi-i Mısrî, İsmail Hakkı Bursevî, Şeyhzade Muslihuddin Mehmed Efendi, Şeyh Ali Nevrekanî (kaddesallahu esrarahum) gibi büyüklerimiz de bu manzumeyi şerh etmişlerdir. Biz bu yüce zatların ayağının tozu bile olamayız; cüret ettik belki ama şiiri ve şairini yeniden gündeme getirebiliriz deyip Yunus Emre hazretlerinden izin ve himmet istirham ederek gönlümüze düşenleri paylaşmak istedik.
Bu muazzam şiir; a) bir hakikat yolcusunun kendisi (nefsi) ile yaptığı muhasebeye, b) yolda olanlara tavsiye ve öğütlere, c) insanların genelinin hakikat karşısındaki tutumlarına dair ipuçları veriyor. Biz önce her beytin bugünkü dille nesre çevrilmişini vereceğiz, daha sonra ipuçlarından hareket ederek beyitleri açıklamaya çalışacağız.
çıktım erik dalına anda yedim üzümü
bostan ıssı kakıyıp der ne yersin kozumu
(Erik dalına çıktım, orada üzüm yedim; bostan sahibi kızarak cevizimi neden yersin dedi. / ıs: sahip. kakımak: öfkelenmek, kızmak; itiraz etmek, karşı gelmek; azarlamak, tekdir etmek. koz: ceviz.)
Bu beyitteki anahtar kelimeler erik, üzüm ve cevizdir. Bizce hepsi de aynıdır, aynı meyvenin değişik halleridir. Erik ekşidir, güneşi görür, sabreder, bekler ve tatlı yani üzüm olur. Koz da onun çekirdeğidir. İnsan önce ekşidir, cahildir, bilinçli değildir ama sabrederek ilim irfan öğrenir ve eğitimli bir insan olur. Öğrendikleri çekirdektir, onlarla insanlara yararlı olacak işler yapar, bilgilerini kendisinden sonra gelenlere (insan yetiştirme; öğüt, sohbet; şiir, kitap vb. ile) öğretir. Bilgi ve görgüsünü paylaşmayıp saklayanlarsa cimridirler, cimrilerse sevilmezler.
Erik ağacına çıkmak zordur. (Hatta erik, ağaca çıkılarak değil dallar sarsılarak toplanır.) Ağaca çıkmak isteyenlerin her tarafı yara bere olur. Lakin bir meyve yemek isteyenler zahmete katlanmalıdır. Ağaca çıkmayan ve eriğin ekşisine sabredemeyenlerse üzüm yiyemezler, güzel nimetlere kavuşamazlar. Büyüklerimiz “Sabır acıdır, meyvesi tatlıdır” demişlerdir. Eğitimli bir insan olmak çok güzeldir, bilgili görgülü insanlar itibar ve hürmet görürler lakin onlar senelerce dirsek çürütmüş ve uykusuz kalmışlardır yani erik ağacına çıkmışlardır. Namaza başlamak zordur, namaz kılmak da; hatta namazı (farzını, sünnetini, edeplerini vb.) öğrenmek bile kolay değildir; lakin sabredip kılanlar maddi ve manevi nice güzelliklere kavuşurlar. Bir ay oruç tutarız; yazda sıcağa, kışta soğuğa rağmen aç ve susuz kalırız ama sonunda bayram yapar, şenleniriz yani üzüm yeriz. Ceviz olmak içinse öğrenip yaptıklarımızı içselleştirerek yenilerini bunlara ekleyip insanlara öğretmek gereklidir. Bostan sahibi yani öğretmen bunun için kızıyor. Çünkü çekirdek başka ağaçların yetişmesi içindir, o yenmez ekilir.
“bu baş gözü değil ol can gözüdür
kimin canı var ise onu görür” (Risâle-tün- Nushiyye’den)
Bir başka bakış açısıyla erik ile ten yani nefs, üzüm ile akıl, ceviz ile ruh kastedilmektedir. Nefs, sürekli ekşiyi, kötülüğü arzu eder. Akıl, tatlı ile acı olanın yani iyiyle kötünün ölçüsünü verir. Kalb yani Ruh ise cevizdir; ruh Allah’tandır, “nefahtü, üfledim” sırrıyla insana hediye edilmiştir. [“Artık onu şekillendirip içerisine de ruhumdan üflediğim zaman hemen (benim için) ona secde edin. Sad Suresi, 72. ayet”; “Hani bir zaman Rabbin meleklerine, “Muhakkak ki ben, kuru bir çamurdan, şekillendirilmiş balçıktan bir beşer yaratacağım Onu (insan olarak) düzenleyip içine ruhumdan üflediğim zaman, (kudretim için) derhal ona secde edin (buyurmuştu). Hicr Suresi, 28,29. ayet”] Beyitte onun için “ne yersin kozumu” diye bir azarlama söz konusudur. Çünkü ruh “elestü bi-rabbikum (Rabbiniz değil miyim)” hitabına mahzar olmuş ve bu soruya verdiği “bela (evet)” cevabıyla müşerref olmuştur. [(Ey Resulüm) Hani Rabbin Âdemoğullarından, onların zürriyetlerini sırtlarından (sulblerinden) çıkarıp onları, kendilerini şahit tutarak: “Ben sizin, Rabbiniz değil miyim?” (demişti.) Onlar da: “Evet, (Rabbimizsin), şahit olduk” demişlerdi. (Bu da) kıyamet gününde “ Biz bundan habersizdik dememeniz içindi. A’râf Suresi, 172. ayet] Mademki ruh O’ndandır ve mademki “evet” diyerek şereflenmiştir, bu büyük mazhariyete uygun davranma yolunda olmalıdır. Aksi takdirde azarlanma ve cezalandırılmayla karşı karşıya gelecektir.
“gerek sen pasını kalbin yuyasın
lâyıkı neyise onu koyasın” (Risâle-tün- Nushiyye’den)
Büyüklerimiz erik ile şeriatın, üzüm ile tarikatın, ceviz ile hakikatin kastedildiğini söylemişlerdir. Evet, şeriat ekşidir yani zordur, emirlere uymak ve yasaklardan kaçınmak başlangıçta zordur; bunları öğrenmek ve uygulamak kolay değildir. Tarikat bunları tatlılıkla yani aşkla yaptırır insana. Ancak seven ve sevilen insan uzun bir yolculuğa çıkar çünkü. Hakikat ise yolculuktan dönenlerin getirdiği tadılmış yani yaşanmış, denenmiş yani sağlam meyvelerdir. Cepte saklanmaz, yenilmez; dostlara, talebelere, dervişlere verilir.
Ya da hepsi zaten şeriattır ki ağacın tohumu da gövdesi de meyvesi de kendisidir, yolculuğu tanımlamak için farklı isimler verilmiştir. İç içe kalelerle korunur ibadetler; en dıştakinden en içtekine kadar büyük bir hassasiyetle korunmalıdır. Farzlar; vaciplerle, sünnetlerle, müstehap, menduplar ve edeplerle korunur ve ceviz gibi sağlam olurlar. Mekruhlardan kaçınmayan harama kolay düşer. “Biz harama düşeriz korkusuyla bin mubahı terk ettik” demiştir, bu sırra vakıf ulularımız.
İman çekirdektir; ibadetle, edep ve güzel ahlakla süslenir ve korunur. Lakin iman her şeyin başı, ortası ve sonudur. “La” demek yani her şeyden vazgeçmek ekşidir, zordur, “illa” tatlıdır çünkü büyük gerçeğe adım atılmıştır, “Muhammedün resulullah” ise la ve illa’nın muhkem kapısıdır. Bu kapıya büyük hürmet lazımdır çünkü hakikat yolculuğunun başı ve ortası buradadır. Sonu görenler ise bir şey söylemezler çünkü susmak edeptir. Çünkü miraca çıkıp hakikatin en yüce, derin ve geniş halini gördüğü halde, sallallahu aleyhi ve selem hazretleri dönüşte batınını zahirine yansıtmamış, normal bir insan gibi hayatına devam etmiştir.
Erik kapısından geçip de üzüm kapısına gelenler, sevmekten ve sevilmekten ötürü türlü haller yaşarlar. Üzüm tatlıdır ve sarhoşluk verir. Onun için bazı yolculardan değişik sözler çıkar. Kolay değildir, ateşe girip de yanmamak, yanınca âh dememek. O zaman bostan sahibi “cevizimi neden yersin der”. Bostan sahibi, hakikat yolcusunun mertebesine göre değişir. Mürid için şeyh, şeyh için Peygamber aleyhisselam, ondan sonra da Cenab-ı Hak’tır. Ceviz ise sırdır, sır ifşa edilmez, kat kat kabuklar içinde saklanır ve ancak ehline verilir ya da öyle söylenir ki ancak gayret edenler nasipleri kadar anlar.
“ger râzımı söyler isem kimse dilim bilmez benim
eğer sabır eyler isem gönlüm karar kılmaz benim” (râz: sır.)
Evet, Ya Hazret! Senin dilini bilemedik, ne kadar derin, ne kadar ince, ne kadar dakik söylemişsin. Cevizin değil eriğin bile ipincecik dış kabuğundan içeri giremedik. Lakin âcizane anlamak, öğrenmek istiyoruz, öğreniciyiz biz; dış kapıda bırakma bizi.
kerpiç koydum kazana poyraz ile kaynattım
nedir diye sorana bandım verdim özünü
(Kazana kerpiç koydum, poyraz ile kaynattım; nedir diye sorana özünü bandım verdim. / kerpiç: yağlı balçık çamuru içine saman karıştırılarak yapılan ve güneşte kurutulan ilkel ve pişmemiş tuğla)
Yola çıkmanın gayesi; kendini tanımak, iyi insanların elinde terbiye görmek ve nihayetinde yüce yaratana gereği gibi kulluk etmektir. Bu eğitim de orta yerde olmaz, biraz uzlette biraz halvette, biraz tekkede biraz hizmette olur. Kazan tekkedir, şeyhtir, zikirdir, hizmettir; poyraz insanlardan ayrılmaktır, çünkü insanların çoğu rahatına düşkündür. Kerpiç ise insanın nefsidir, pişmemiştir, çirkindir. Poyraz ise ayrılık, zorluk, güçlüktür. Seneler seneler boyunca poyraza katlanmak gerekir. Soğuğa sıcağa, iyiye kötüye, celale cemale, şeytana nefse, insanların eziyetlerine katlana katlana olgunlaşır insan, iyileşir, güzelleşir. Poyrazdan başka bir kasıt da celal ile terbiye olmaktır, çünkü büyüklerimiz celal ile terbiye olmak cemal ile olandan daha kısadır daha tesirlidir demişlerdir.
İnsanın her edimi, bir basamak daha yükselişi zahmet ve çaba ile olmaktadır. Bir kat daha yükselene ise diğer insanlar farklı bakmaktadır, çünkü o en az bir basamak daha yüksektedir. Hakikat yolcuları da böyledir çünkü onlardan farklıdırlar. Çünkü insanlardan ayrılmış, uzaklaşmışlardır. Diğerlerinden çok daha üstün bir gayret göstermişler, daha büyük bir çalışma içinde olmuşlar, daha farklı yöntemler uygulamışlardır.
Yola çıkanlara ise sorarlar: “Neden, neden neden; eline ne geçecek, ne gereği vardı, ne oldu yani, gençliğini yaşasaydın ya, aklını peynir ekmekle mi yedin, deli misin sen, vb.” Yolcuların en basit sınavlarındandır bu aslında ama başlangıçta onlara zor gelir. Hakikatin sevdalıları, ne diyebilecekler ki soru soranlara, henüz yolun başındalar. Lakin sabır ile koruk helva olur; kerpiç ev olur, saray olur. Sualciler o evlere gelir, yer içer, bilgi alır, şevk alır dönerler. Hakikatin uçsuz bucaksız ovalarını dolaşarak geri gelen ve nice poyrazlar ile olgunlaşmış kişi de onlara özünden, bilgisinden, görgüsünden verir, doyurur, ceplerine bir de harçlık koyar gönderir. O zaman onlar bir zaman sordukları o sualleri çoktan unutmuş olurlar. Lakin arifler bazen Yunus Emre hazretleri gibi lafın arasında bu soruları hatırlatır geçerler. Arif olan anlar, olmayana “davul zurna az.”
Yunus Emre de yıllarca Tapduk Emre hazretlerine hizmet etmiş, dergâhtan içeri eğri odun sokmamış, kim bilir ne çileler çekmiş ve sonunda cümle âlemin sevgi ve saygısını kazanmıştır. Özüne banıp sunduklarından bir kısmı da muhteşem ve muazzam şiirleridir, divanıdır, Risale-tün-Nushiye’sidir. Hâlâ istifade ediyor, feyz alıyoruz. Allah teala hazretleri ondan gani gani razı olsun, âmin.
iplik verdim çulhaya sarıp yumak etmemiş
becid becid ısmarlar gelsin alsın bezini
(Dokumacıya iplik verdim, sarıp yumak etmemiş ama acele ısmarlar ki bezini gelsin alsın. / çulha: (Farsça çulaha’dan) dokumacı. becid: çabuk, acele, derhal; münhemik, düşkün; sık sık, devamlı olarak; çok, ziyade; gerek, lazım.)
Bu beytin anahtar kelimeleri olan iplik eriğe, yumak üzüme, bez ise cevize karşı gelir. İplik hamdır, onu dokumacıya vermek gerekir ki sonunda bez olsun ki onunla insanlar örtünsün, giyinsin.
Hakikat yoluna girenlerin çoğunluğunun eğitimi uzun sürer, makbul olanı da budur. Lakin yola girenler, bir zaman sonra (nefsin, şeytanın ve diğer insanların zoruyla) kendilerinden ve hatta yoldan şüphe edebilirler; ya da insanın tabiatındaki acelecilik onlara galebe çalar. Çünkü kolay değildir yıllarca yokuş çıkmak. Zordur yaz güneşi altında terlemek. Zorun zorudur poyraza karşı yıllarca durabilmek. Acaba der yolcu, kendi kendine, bu kadar zamandır uğraşıyorum, boşa mı gidiyor emeklerim? Çünkü ahlak eğitiminin meyvelerini derlemek için baharın, yazın gelmesi gereklidir. Güneşi görmek, sık sık görmek gereklidir. Niyet etmek güzel işlere, bunları yapmak, tekrar tekrar yapmak gereklidir; bıkmamak, usanmamak gereklidir. Lakin acizlik rahmeti, merhameti ve mazhariyeti celp eder. Onun için yolcu bu düşünceler içindeyken “üzülme, bezin yani cevizin yani ruhun olgunlaştı, gel de al, hayırlı olsun” denilir. Menkıbe kitaplarımız bununla ilgili nice anekdotla doludur: Derviş, kırk yıl tekkeye hizmet etmiştir, bu arada kendisinden sonra gelen nicesi icazet almış gitmiştir. Biz hâlâ olamadık, niye olamadık derken bakar ki mürebbisi ona gülümsemektedir, demektedir ki senin kırk yıldır burada bulunman yani istikamet üzre olman en büyük keramet değil midir? Derviş de ferahlanır, aynı şevkle hizmete devam eder.
Lakin bazı büyükler ki onlar büyüklerin de büyükleridir, onlar normal insanların on yılda gittiği yolu bir günde alırlar, yani yumak safhasını çok kısa tutarak bez olurlar, kumaş olurlar, zaten onların kumaşları da farklıdır.
bir serçenin kanadın kırk kanlıya yüklettim
çifti dahi çekmedi şöyle kaldı yazılı
(Bir serçenin kanadını kırk katile yüklettim, çifti dahi çekemedi, şaşırıp kaldılar. / kanlı: katil. Yazmak: şaşırıp yanılmak, hata etmek.)
Serçe; yolcudur, derviştir, sofidir. Onların halleri başkadır. Günahlarına tövbe eden, nefislerini terbiye eden, ruhlarını arındıran, iyi niyetle hizmet edip rıza kazanan güzel insanlardır; gönülleri zengindir, duaları kabul olur. Herkes gibi yaşarlar lakin içleri başkadır, bambaşkadır; serçe gibi uçarlar, daldan dala konarlar. Dışarıdan zayıf, biçare, zavallı görünebilirler ama içleriyle kuvvetlidirler çünkü kuvvetin asıl sahibinden güç almaktadırlar. Kanlı ise cahillerdir, güçlü olduklarını zanneden gafillerdir. Evet, bazı insanlar vardır kilolarca yükü bir çırpıda kaldırıverirler; bazıları hatta demiri bükerler; kimisi oku, ciridi, gülleyi metrelerce öteye fırlatıverirler. Lakin bir serçenin yani dervişin bir kanadını bile taşıyamazlar. Bir hakikat aşığının bir fiskesiyle seksen pehlivan devriliverir çünkü onlar vücutlarına yaptıkları hizmetin kırkta birini içlerine, ruhlarına yapmamışlardır. Bilgi, ahlak ve eğitim ise sahibine fiziki güçlerden daha fazla kuvvet verir. Cahil ise ne kadar güçlü olursa olsun, ilim ve irfan ehlinin hizmetinde olur.
Serçe, ruh; kanlı ise nefstir. Ruh öte dünyaya uçar gider, nefs yani beden ise kendini kuvvetli zanneder lakin ruhu taşıdığı kadar taşır ama toprağa gömülür, dünyada kalır, şaşırır kalır.
bir sinek bir kartalı salladı vurdu yere
yalan değil gerçektir ben de gördüm tozunu
(Bir sinek bir kartalı salladı, yere vurdu; yalan değil gerçektir, ben de tozunu gördüm.)
Sinekten kasıt yine derviştir, dışarıdan güçsüz, biçare görünen kimsedir. Kartal ise makam mevki sahibi olmuş, güzel giyimli ama içi boş kişidir. Bunlar üniversitesiden, medreseden de mezun olmuş olabilirler; ilmi sadece bir meslek edinmek için edinmiş, ezberledikleri kitaplardan öteye geçememişlerdir. Dervişlerse, halkın arasında dolaşan, alçakgönüllü ama gerçek ilim ve fikir erbabı, zikir ve şükür ehli kişilerdir. Öğrendiklerini samimiyet ve ihlâsla yaşadıklarından bilmedikleri de onlara öğretilmiştir. Samimi olan da her zaman galiptir, karşısındaki kartal da olsa galiptir, aslan da. Hazret-i Yunus da böyle hadiseleri görmüş ve hatta bizzat yaşamış olmalıdır, çünkü “ben de gördüm tozunu” demektedir.
Evet, hiçbir unvanı hatta diploması olmayan nice insan vardır ki yüz profesörden belki bininden değerlidir. Rahmetli Üstad Necip Fazıl’ın bir üniversite diploması yoktur ama hakkında nice kitap yazılmıştır; hayatında nice ilim ve fikir adamını alt edivermiştir, nice kartalları yere serivermiştir. Konuyla ilgili nice örnek vardır, biz bir tanesiyle yetinmiş olalım.
İlim öğrenmek, diploma almak elbette ki çok değerlidir. Lakin ilim ile ahlak, bilgi ile görgü beraber olmalıdır. İnsan edindiği bilgi ile gururlanmamalı, onu daha da geliştirmeli, insanlara hizmet etmenin bir vesilesi yapmalıdır.
bir küt ile güreştim elsiz ayağım aldı
onu da basamadım göyündürdü özümü
(Bir kötürüm ile güreştim, ayağımı elini kullanmadan aldı; onu bile yenemedim, bu içimi yaktı. / küt: felce uğramış, kötürüm. basmak: alt etmek, yenmek; bastırmak, altına almak; bürümek; atmak, savurmak. göyündürmek: yakmak.)
Bu beyitteki kütten yani kötürümden kasıt münafıktır, münkirdir. Münafık kötü kalplidir, içi başka dışı başkadır, riyakârdır. Münkir, inkârcıdır; doğruya, gerçeğe yan çizen inatçı kişidir. Bunlar hakikat yolcularına çok zarar verirler. Bunlarla beraber olmamak, tartışmamak gerekir, çünkü onları yenmek mümkün değildir, çünkü onlar bin bir dereden su getirirler. Çünkü onlar sadece nefsten ibaret kişilerdir, şeytanın yoldaşıdırlar, ondan akıl ve öğüt alırlar. Onlar yola karşıdır, yol kesen eşkıyalardır. Hakikat yolcusu bunlarla beraber olmamalı, bunların iyiliğine dua edip orada fazla kalmamalıdır. Münkirlerle beraber olmak, hele bir tartışmaya girmek derviş için çok zararlıdır. Kalbi, aklı, ruhu, hassaları darmadağın olur da haberi olmaz, yaptığı amelden, çektiği tespihten zevk alamaz olur; içi çöl, kalbi kasvetli, huzuru alt üst olur. Şundan misal verelim ki çocuk ve genç ile de tartışılmaz, inatlaşılmaz. Hatta neden bile denmez onlara, çünkü size “işte” der, kalıverirsiniz ortada. Lakin bir küt ile güreşmenin sonu elbette ki çok daha beter olur. Cenab-ı Mevla, bütün dervişleri münkir, münafık şerrinden korusun, âmin.
Hazret-i Yunus da kendisinden misal vererek biz dervişlerine ders olsun diye bu beyti söylemiştir. Kendini örnek vermek çünkü etkili bir anlatım yoludur. “Şöyle yapın, şunu yapmayın”dan ziyade “şöyle yaptım böyle oldu, şunu işledim şöyle zarar gördüm” demek daha etkili bir yöntemdir.
Kütle kastedilen diğer mana da nefstir. Nefs ile güreşmek zordur. Nefs, uyanık olmayan kimseyi her zaman yener, yenilen insan da her daim üzülür. Bazen de onu terbiye edeceğiz derken öyle yanlışlar yaparız ki nefs bizi alt eder, yine başa dönmüş oluruz, içimiz de yanar durur. Bu işin usulü vardır, “vusulsüzlük, usulsüzlüktendir” denilmiştir; usulün anahtarı da rehberin yani yol götürenin elindedir. Ondan öğrenilir, öğrenilen uygulanır; nefs terbiye, ruh tezkiye edilir; yolda yürünür, dosta varılır.
kaf dağından bir taşı şöyle attılar bana
öylelik yola düştü bozayazdı yüzümü
(Kaf dağından bir taşı bana şöyle attılar, yola öylesine düştü ki az kalsın yüzümü bozuyordu. / öylelik: öylesine, öylece, öyle bir.)
Kaf, kaderin baş harfidir, taş ise kazadır. Yolcunun başına bazen öyle işler gelir ki bunların neden, nasıl olduğu, hangi anlama geldiği bilinmez. Maddi-manevi sıkıntılara duçar olur, bunlar ceza mıdır yoksa imtihan mıdır ayırt edemez. Görünürde bir yanlışı da yoktur, vazifelerini elinden geldiği kadar ihlâsla yapmıştır lakin nereden ve niçin geldiği bilinmeyen bir tokat yemiştir; insanlar arasında mahcup olmuştur, içi sıkıntıyla dolmuştur. Bilmez ki bu, yola kabul edildiğinin bir göstergesidir. Bilmez ki bela gibi görünen şey, sevme ve sevilmenin bir bedelidir. Sevip de yanmayan mı var? Sevgi öyle basit bir nimet midir ki külfeti olmasın? Bir başka büyük âşık Fuzuli hazretleri de “aşk içre azâb olduğu bilirem kim / bir kimse ki âşıktır işi âh ü figandır” demiştir. Yol aşk yoludur, aşk olmasaydı zaten yolcu olunmazdı, mademki bu böyledir, zahmetlere tahammül edilecektir ki rahmete erişilebilsin. Lakin zordur, bazen zorun zorudur; onun için Hazret-i Yunus “bozayazdı yüzümü” demiştir.
Atılan taş bazen de yolu kesecek derecede büyüktür, yani büyük bir fitnenin yani imtihanın zuhurudur ki dervişleri perişan eder. Rehberin vefatıyla zuhur eder, çoğu zaman. İnsanlar, canlarından çok sevdikleri zatın ufulüyle ziyadesiyle üzülür, ne dediklerini ne yaptıklarını bilmez olurlar. “Kim Peygamber aleyhisselam öldü derse kafasını uçururum” diyerek kılıcını sıyıran Hz. Ömer gibi. Öyle zamanlarda, bir temkin ve sükûnet abidesi Hz. Ebubekir’in ortaya çıkıp da “Peygamber öldü ya da öldürüldü diye topuklarınızın üstünde döner gibi dinden çıkacak mısınız?” ayetini hatırlatıp sahabeleri akl-ı selime davet etmesi gibi, insanları çekip çeviren bir er çıkmazsa işte o zaman yüzler bozulur hatta yol da, erkân da bozulur, bir süre sonra mekân da boşalır, kimseler uğramaz olur.
Şeyh Yunus Emre hazretleri de efendisi Tapduk Emre’nin vefatıyla sorumluluk omuzlarına binince taşı yani yolu taşımanın ne derece zor olduğunu bu beyitle ifade etmek istemiş olabilir; Allahu a’lem bis-savab yani doğrusunu Allah bilir.
balık kavağa çıkmış zift turşusun yemeğe
leylek koduk doğurmuş bak a şunun sözünü
[Şunun sözlerine (yani benim) bir bakın ki “balık, zift turşusu yemek için kavağa çıkmış; leylek sıpa doğurmuş. / koduk: sıpa.]
Evet, Hazret-i Yunus kendinden “şu” diye bahsetmektedir, tevazuunun enginliğinden. Lakin “sözü” de gerçekten farklı ve derin bir sözdür. Sözüne dikkat çekmesinin sebebi, sahtekârları ifşa içindir. Her yolun sahtesi, maalesef, vardır ve nice insanın yoldan çıkmasına neden olmaktadır. Peki, gerçeği ile sahtesini nasıl ayırt edeceğiz? Hazret, bunun çok güzel iki örneğini vermiş bize. Eğer balık zift turşusu yemek için kavağa çıkarsa ya da leylek sıpa doğurursa anlayınız ki sahte bir rehber ve sahte bir vekil söz konusudur.
“kerametim var diyen halka sâlûsluk satan
nefsin müslüman etsin var ise kerameti” (sâlûs (Farsça): hilekar, düzenci; riyakar.)
Doğru olanlar istikamet üzere olurlar, her işleri ölçülü biçilidir, sünnete ve edebe her şeyiyle riayet ederler; geçmişleri sağlam, günleri bereketli, gönülleri şendir. Öyle garip işler yapmazlar; onları ne zaman ziyarete gitseniz hep aynı salih amelleri tekrar ederken görürsünüz. Hâlbuki sahte olanlar balık gibi yanardönerdirler, her zaman başka başkadırlar. Kavağa çıkmaya yani sahte keramet göstermeye pek meraklıdırlar, ama o kerametçiklere inanan da yoktur lakin mumları yatsıya kadar yanar. Keramet göstereceğiz derken ziftin turşusunu hem de kavağın başında yerler.
Leylek de kal yani söz ehline işarettir, bunların işleri güçleri laftan ibarettir, amelleri yoktur; samimilerse hal ehlidir yani balı kavanozun dışından bilenlerden değil, kapağı açıp balın kendisini afiyetle yiyenlerdir. Leylekler ancak sıpaları yani hamları yani olmamışları vekil tayin ederler, sıpalar da kal yani söz hatta bağırtı erbabıdır.
Diğer taraftan kavak, baş olma hırsına delalet eder. Hâlbuki kavak zayıf bir ağaçtır, çabuk yetişir ama kerestesi pek makbul değildir. Makamlar da öyledir, gelip geçicidir lakin sorumluluktur ve zordur. Balık, geçici ve dayanıksız mevkileri arzulayan nâ-ehillere karşılık gelir; sürü halindedir, yani insanların çoğu layık olduklarına bakmadan en önde olmak isterler. Zor ve yüksek yerdeki güçsüz kişiler ancak zift turşusu yerler, yani bocalayıp bunalırlar, kalpleri kararır ve amelleri iptal olur.
gözsüze fısıldadım sağır onu işitmiş
dilsiz çağırıp eydir anlamadın sözümü
(Gözsüze fısıldadım, sağır onu işitmiş; dilsiz çağırıp der ki sözümü anlamadın.)
Yunus Emre hazretleri işini tam olarak yapmış, körle de, sağırla da, dilsizle de yani aciz ve gariplerle de belki de daha çok onlarla ilgilenmiş, irşad görevini eksiksiz olarak yerine getirmiş bir ulu zattır. Bunu da yine alçakgönüllülükle şiirin mazmunları arkasına gizlenerek söylemiştir.
Yola samimiyetle girmeden önce yolcular kör, sağır ve dilsiz gibidirler hakikat sarayının karşısında. Gerçek karşısında bebek gibidirler, gözleri açılmamış, kulakları duymaz, konuşamaz bir vaziyettedirler. Kapak açılıp da bal tattırıldıktan sonra hakikati anlamaya, bilmeye, söylemeye başlarlar. Bu da yolun bereketidir, girenlere ve yürüyenlere hayırlı olsun, bereketli olsun, Cenab-ı Mevla devamını ve tamamını nasip etsin, âmin.
“Gözsüz”, “sağır” ve “dilsiz”le rabıtaya da işaret vardır. Çünkü rabıtada odaklanma vardır, bir nevi gözsüzlük, sağırlık ve dilsizlik vardır. Rabıta, yolun ufkundaki rehberle irtibatta olma halidir ve hakikat yolcusu için çok önemlidir. Rehberin gönlü Hakk’ın aynasıdır, rabıta gönlü bu aynaya tutmaktır, oradan yansıyanlar şifadır, ab-ı hayattır, menzil-i maksuda ulaştırıcıdır.
Biz kendisini görmedik, bize fısıldadı; kendisini dinlemedik ama şiirlerini işittik, okuduk; dilsizleriz ve diyoruz ki ey Hazret-i Yunus seni anlayamadık, aç bize sözlerini, hakikatin derin manalarını. Aç ki gönlümüz şenlensin, şu garip dünyada, dünyanın şaşırıp kaldığı şu zamanda…
bir öküz boğazladım kakladım sere kodum
öküz ıssı geldi eydir boğazladın kazımı
(Bir öküz boğazladım, kuruttum, tepeye koydum; öküz sahibi gelip dedi ki kazımı boğazladın. / kaklamak: pastırma yapmak; kurutmak. ser: tepe, doruk, zirve.)
Öküzden ve kazdan kasıt nefstir. Hazret, uzun uğraşılardan sonra nefsimi terbiye ettim de insanların arasına döndüm demektedir. Terbiye olunmamış nefs, sahibi tarafından büyük çok büyük zannedilir lakin terbiye edilmiş nefs bir kaz gibi küçülür, ele gelir. Öküz ıssı yani mürşid de bu işten hoşnut olmuş, kazımı boğazlamakla iyi ettin diye nefs terbiyesini başarmış olanı övmüştür.
Ya da bazı insanları yetiştirmek için yanına, tekkesine almıştır. Aileleri gelip çocuklarımızı bizden aldın diye Hazrete itiraz etmiş olabilirler ki yola girenlerinin birçoğunun karşılaştığı bir durumdur.
Veyahut başka bir şeyhin dervişlerini kendine bend etmiş olabilir. Bu bir muhabbet meselesidir, kişinin nasibi ve muhabbeti değişebilir, bu normaldir. Lakin eski sahipleri “kazımızı” aldın diye itiraz etmiş olabilirler.
ağırlık yaptı bana bühtan eyledim ona
bir çerçi de geldi hani aldın gözgümü
(Beni ağırlayıp hürmet ettiği halde ona bühtan eyledim; çerçi de gelip aldığın aynam nerede dedi. / ağrılık: itibar, kıymet, değer. ağrılık etmek: hürmet etmek; izaz, ikramda bulunmak, ağırlamak. bühtan: iftira. çerçi: köy köy dolaşarak tuhafiye eşyası satan ve çoğu zaman para yerine yün, tahıl vb. alan esnaf, gezici tüccar. gözgü: ayna.)
Bazı nüshalarda “uğurluk (hırsızlık) yaptı …” diye geçiyorsa da bu, hem mantık hem de şiirin genel havası itibariyle doğru görünmüyor, hırsızlık yapana neden iftira edilsin ki. Bizi ağırlayan vücudumuzdur. Halık-i zülcelalin mükemmel bir surette yarattığı vücudumuz, dünya hayatında bize, ruhumuza ev sahipliği yapar lakin biz onu hor kullanırız. Bir taraftan da vücud fiziki âleme mensuptur, tendir yani nefstir. Bizi dünyaya bağlar, ya da biz öyle zannederiz (imtihan için o öyle yaratılmıştır, vazifesi odur), bu yüzden ona iftira ederiz. Hâlbuki bize akıl ve kalb verilmiştir, irade ve azim verilmiştir, bunlar ihsan edilmişken biz vücudumuza yani nefsimize kızarız, aslında kızdığımız melekelerimizi doğru kullanmadığımızdan ötürü kendimizdir. Yolcu kimseye hatta kendisine bile kızmaz, rehberin dediklerini yapar, işine bakar.
Veyahut yolcu kendisini ağırlayan rehbere gücenmiştir, “yüzüme bakmadı vb.” diye kendi kendine konuşmaktadır, yani büyüğüne iftira etmektedir. Hâlbuki mürşid-i kâmiller, müridlerinin sayısı ne kadar çok olursa olsun her birine dua ve tasarruf ederler; samimi ve ihlâslı olan her yolcu rehberinden muhakkak feyz alır, bereketlenir.
Çerçi, mürşid-i kâmildir; can alır, can satar. Nice dervişleri, nice insanları ağırlar, misafir eder. Çorbalar içirir onlara, karınlarını doyurur. Onlara Hakk’ı, hakikati hatırlatır; tövbe ettirip hak yoluna döndürür yani gönüllerini de doyurur. Lakin insanlar yine de bu büyüklerin kadrini tam olarak bilmezler, edebe tam olarak riayet etmezler, lakin büyükler yine de ses etmezler, insanların salahı için onlara kızmazlar.
Ayna ile aşka işaret vardır. Seven, sevdiğine kendini beğendirmek ister. Sevmek ve sevilmekle ne kadar güzelleştiğini görmek ister. Mürşid-i kâmiller de aşk hocalarıdır, müridlerinin kalp doktorlarıdır. Doktor, verdiği şifanın hatırlanmasını ister, ilacın kullanılıp kullanılmadığına çok önem verir. Mürşid de talebelerinin kalplerinin yani gözgülerinin rabıtayla meşgul olmasını ister ki fayda bulsunlar, şifayab olup akıbetleri hayr olsun. Yani gözgü, mürşid-i kâmilin görklü nazarıyla müride akan rahmet-i ilahiyedir ki bu nimet sıkıca korunmalı, kıymeti iyice bilinmelidir. Yoksa istifade olmaz. Mürşid de yolcularının her halini iyi bilir ve zaman zaman onlara ihtarlarda bulunur hatta kızar ki yolda istikamet üzre olsunlar.
Çerçiyle Yunus Emre hazretleri kendini kastetmektedir. O da Anadolu, Rumeli, Irak, Suriye ve Kafkasya’yı gezmiş, çok can almış, can satmış; şiirler okumuş, sohbetler etmiş; çok kimseyi kendine âşık etmiş bir mürşiddir. Onun içindir ki birçok belde “Hazret bizdedir” der. Yunus Emre, büyük ihtimalle oralarda biraz uzunca kalmış, hizmetler etmiş, dervişler yetiştirmiş, başka yerlerden de davet alınca yani kendisine ihtiyaç olunca oralara da gitmiş, “la” dememiş gönülsüz bir alperendir.
tosbağaya uğradım gözsüzsepek yoldaşı
sordum sefer nereye kayseriye’dür azmi
(Yoldaşı köstebek olan kaplumbağa uğradım; sefer nereye diye sordum, niyetleri Kayseri’ye gitmekmiş. / gözsüzsepek: köstebek.)
Kaplumbağa da köstebek de yavaş yürüyen aciz hayvanlardır lakin yoldaş olup uzağa hele kendileri için çok uzağa gitmeye niyet etmişlerdir, Kayseri’yi de görmüş değillerdir. Bu ikisinden de kasıt hakikat yolcularıdır. Bunların himmeti büyüktür, büyük olmalıdır ki menzil-i maksuda varabilsinler. Karınca gibi yolda ölmeyi bile göze almış olmalıdırlar. Nasreddin Hoca rahmetullahi aleyh’in göle yoğurt çalmasındaki mana da, himmetin yüce tutulmasıdır. Küçük himmetle ele küçücük bir şey geçer. Hem her şey Cenab-ı Mevla’nın elinde değil midir? O bir kaşık yoğurdu koca göle maya tutturacak odur. Öyle de olmuştur hatta daha büyüğü de gerçekleşmiştir. Hoca’nın derin manalı fıkraları Anadolu’yu da aşmış dünyanın göl ve hatta denizlerini yoğurda dönüştürmüştür. Mürid de samimiyet ve ihlâsla yola çıkacak, engel ve zorluklara aldırmayacak, kendi acizliğine bakmayacak, istikametle yürümeye devam edecektir. Yahya Kemal’in bir şiirini biraz değiştirerek şöyle diyelim mi: “Ömrü oldukça yürür her yolcu / Vararak menzillere bir yerde ölür”
Kaplumbağa ruh ve akıl, köstebek de nefs olarak düşünülebilir. Nefs terbiye olunmadan Kayseri’ye varmak, mümkün değildir.
Köstebekten diğer kasıt da münkirdir, münafıktır. O zaman beytin anlamı şöyle olur: Kaplumbağa zaten yürümekten aciz zavallı bir yolcudur, yola çıkmak için iyi bir arkadaş seçmemiştir. Onun için giderse ancak Kayseri’ye kadar gidebilecektir. Oraya da nasıl varacağı şüphelidir, ya yoldan çıkacaktır ya da yarı yolda terk edilecektir.
Kaplumbağa, yalnızlığı yani uzleti de simgelemektedir. “Ölmeden evvel ölünüz” hadis-i şerifinin anlamına uygun olarak yolcular, kimi zaman yalnız yani ölü gibi yaşarlar. (Kaplumbağaların da sık sık ölümsü uykulara daldıkları bilinmektedir.) Başını içeri çekip kendini soyutlar bazen yolcular; içe dönüp Hakk ile beraber olmak, kendilerini tanımak ve değiştirmek için. Bir süre yalnız kalırlar ki kendilerine gelebilsinler, yeniden hizmet etmeye başlamak için güç kazansınlar. Bu çok zordur ama yolcuyu olgunlaştıran bir uğraştır. Olgunlaşan köstebek ile yoldaşı tosbağa, inziva ve yalnızlık çilesini tamamlamış ve irşada gönderilmiştir.
Kaplumbağa, mürşid-i kâmildir, onun kutlu nazarıdır. Gavs-ı Sânî Seyyid Abdülbâki el-Hüseynî kaddesallahu sirruhu-l-âlî hazretleri buyurmuşlardır ki: “Sâdât-ı Kiram’ın nazarları kaplumbağa nazarı gibidir. Kaplumbağa yumurtasını yapar, biraz geri çekilir, yumurtaya bir müddet nazar eder. Sonra onu kuma veya toprağa gömüp gider. Onun bu bakışı yumurtayı olgunlaştırmaya yeter ve belli müddet sonra yavru meydana gelir. Sâdât-ı Kiram’ın nazarı da kalbi olgunlaştırır. Allah dostlarının nazarı ilahi bir nurdur. Bu nur kalbin ilacı olur. (S. Muhammed Saki Haşimî, Arifler Yolunun Edebleri, Semerkand yay., İstanbul, 2006, s.137)” Köstebek de gözleri henüz hakikate açılmamış derviştir. Büyüklerin merhameti de büyüktür; onların dergâhı “ümitsizlik dergâhı değildir”, köstebekleri de alırlar; çirkinliklerine, nifaklarına rağmen. Ve Allah’ın nuruyla baka baka terbiye ve edep sahibi yaparlar. Rabbimiz teala hazretleri onların kutlu ve görklü nazarlarını hepimize nasip etsin. Ve böylelikle Kayseri’ye, yani Ulu Padişahın Kutlu Memleketine kavuştursun, âmin.
yunus bir söz söylemiş hiçbir söze benzemez
erenler meclisinde bürür mâna yüzünü
(Yunus, hiçbir söze benzemeyen bir söz söylemiş ki erenler meclisinde bile mananın yüzünü örtmüştür. / bürümek: örtmek, setretmek, sarmak)
Gerçekten de Hazret-i Yunus, öyle büyük bir söz söylemiş ki nice âlim bunu şerh etmiştir, belki daha da nicesi yorumlamaya çalışacaktır. Bizim çabamız bu büyük şiiri ve şairini âcizane yeniden gündeme getirme gayretidir. İctisarımız, edebe mugayir bir hareket olmamıştır diye ümit ediyoruz.
Bazı nüshalarda “münafıklar elinden (ya da cahillerin ucundan) örttü mana yüzünü” geçiyorsa da kanaatimizce bu hem Hazretin üslubuna hem de şiirin bütününe uygun değildir. Münafıklar bu derin manaları anlayamazlar, zaten böyle bir şiirle ilgilenecek de değillerdir. Bazı nüshalarda “erenler” yerine “şeriat” geçmektedir, bu Hazret-i Yunus’un üslubuna uyar. Böyle olursa; tarikatın yüce sırlarına vakıf olmayan “şeriat oğlanları” için mana örtülmüştür, açılmayacaktır anlamına gelir.
Neden yazıldı bu şiir diye nice düşündüm. Hazretin diğer şiirleri daha açık daha anlaşılır ama bu niye bu kadar kapalı? Gönlüme şu düştü: Yunus Emre Türkçe söylüyor, hâlbuki o dönemde aydınlar ve şairler arasında Farsça kullanılıyordu. Hz. Mevlana Konya’dadır, Selçuk’un başşehrindedir; âlim ve arifler arasındadır, bu yüzden eserlerini bu dille yazmıştır. Yunus Emre ise halkın içindedir, Anadolu’nun farklı bölgelerinde gezmektedir; Farsça söylese onu kimse anlamayacaktır. O da “insanlara akıllarına ve anlayışlarına göre söyleyiniz” emrine uyarak zor da olsa hatta zorun zoru da olsa Türkçe söylemiştir. Söylemiştir ama bazı arifler ve medrese mensupları, bu büyük işi küçümsemişler ve ileri geri söz etmişlerdir. Yunus Emre de “alın bakalım size Türkçe bir şiir, anlayabilirseniz anlayın” diyerek bu şiiri söyleyivermiştir. Onun için mana, erenlerin meclisinde bile örtülü olmuştur.
***
Bu mübarek şiirin birçok şerhi yapılmıştır, bunları az çok okuduk lakin tekrarcılık yapmak istemediğimiz için şiirin kendisiyle baş başa kalmak istedik. Şiirin metnini oluştururken de epey zorluk çektik. Çünkü birçok nüshalarda değişik sayıda beyitlerden oluşuyordu ve müşterek olan beyitlerde de farklı kelimeler vardı. Özellikle şu dört kaynaktan çok istifade ettik. [Burhan Toprak, Yunus Emre Divanı, Odunpazarı Belediyesi yay., 2006, İstanbul, (1950 nüshasının yeniden basımı); Abdülbâki Gölpınarlı, Yunus Emre, Hayatı ve Bütün Şiirleri, Türkiye İş Bankası yay., 2006, İstanbul; Dr. Mustafa Tatçı, Yunus Emre Divanı,Akçağ yay., 2. baskı, 1998, Ankara; Çıktım Erik Dalına, (Niyazi Mısrî, İsmail Hakkı Bursevî, Şeyhzade şerhleri, sadeleştiren Suat Ak), Mor yay., 2007, Ankara.] Araştırmalarımızdan sonra (Risaletü-n-Nushiyye’nin başında da aynı sayıda bir giriş olmasından da ilham alarak) bu 13 beyitte karar kıldık. Beyitlerde müşterek olanlara dokunmadık, ihtilaflı olanlarda da Yunus Emre’nin şiir dünyasına ve bu şiirin havasına uygun olan kelimeleri tercih etmeye çalıştık. Hazret-i Şeyhin hatırasına hürmetsizlikten ve Molla Kasımlıktan Allah’a sığınırız. Umarız ki doğruya yaklaşmışızdır.